Kanatsız Kelebeğin Çıngısı – Alpaslan Arite
| Tür: | Tiyatro | 
| Yazar: | Alpaslan Arite | 
| Yayınlanma Tarihi: | 2025 | 
| Yayınevi: | Karina Yayınevi | 
| ISBN: | 9786256176522 | 
Alpaslan ARİTE’nin “Kanatsız Kelebeğin Çıngısı” adlı eseri 3 bölümden oluşmaktadır. İlk iki bölüm doğrudan tiyatro senaryosu biçiminde 3’üncüsü ise adı “oyun” olan manzume biçimindedir. Bu yazıda her bölümü kendi içinde değerlendirilecektir. Okuyucunun ortak karakterler ve imgeler üzerinden 3 bölümün ortak temasını yakalaması zor olmayacaktır.
I- Bir Kuşağın 15 Yılının Sahnelerle Anlatılan Hikâyesi “ÇINGI” Üzerine
Çıngı, kronolojik bir hikâye anlatmak yerine, 1979–1994 yılları arasındaki dönemin fotoğraflarını sahne sahne önümüze seriyor. Çay ocağından cezaevine, sokaktan parka uzanan bu mekânlar, aslında Türkiye’nin o yıllardaki sosyal ve politik manzarasını oluşturuyor.
Bu atmosferin merkezinde üç kuşak var:
Ali Dayı ve Tahir Hoca geleneksel değerleriyle eski kuşağı, Murat idealleriyle inançlı yeni kuşak islamcı tipini, Metin ise 1990’ların ülkücülükten radikal islamcılığa geçen ama hâlâ arayış içindeki Metin’in öncü kuşağı olan gençliği temsil ediyor. Kadın karakter Demet, mektuplarıyla oyuna hem düşünsel dönüşümün samimiyetini ve hem de içsel bir sıcaklık ve duygu katıyor. Çıngı ise bir çocuk karakter olarak Murat ve Demet’in ideal geleceğini tasvir ediyor.
Siyaset, İnanç ve Hayal Kırıklığı
Oyun, dönemin ruhunu derinden hissedilen bir dönemeç üzerinden anlatıyor: 12 Eylül Darbesi.
70’lerin sağ-sol çatışmalarını, darbenin ardından gelen baskı yıllarını ve gençlerin idealleri uğruna yaşadıkları hayal kırıklıklarını sahneye taşıyor.
Din ve kimlik teması da metnin merkezinde. Kur’an’dan alıntılar, halkın dilinde dolaşan sloganlar, “Allah razı olsun Evren Paşa’dan” gibi ironik cümleler dönemin zihinsel karışıklığını yansıtıyor.
Bir yanda “tevhid” ve “adalet” arayışı, diğer yanda modernleşme ve sisteme uyum baskısı…
Oyun tam da bu iki kutup arasında gidip gelen insanların hikâyesini anlatıyor.
Bir Dönemin Gerilimi: Gözaltıdan Rüyaya
Oyun, üçüncü sahneden itibaren giderek geriliyor. Murat’ın gözaltına alınması ve sorgu sahneleri, eserin en çarpıcı anları. Seyirci, bir dönemin korku atmosferini birebir hissediyor.
Daha sonra gelen hapishane sahneleri, yalnızca politik değil, duygusal bir boyut da kazanıyor. Demet’in Murat’a yazdığı mektuplar, oyunun sert yapısını kırıp içten bir duygu katıyor.
Sonlara doğru rüya ve park sahneleri, epik bir üsluba dönüşüyor. Artık sahnede yalnızca bir hikâye değil, bir hafıza var: geçmişle yüzleşen, geleceği arayan bir toplumun hafızası.
Dil: Halkın Sesiyle Felsefi Bir Derinlik
Metnin dili hem halkın içinden hem de düşünsel bir derinliğe sahip.
Kahramanlar bazen “ağabey, yavrum” gibi sıcak ifadeler kullanırken, bazen de “tevhid”, “millet”, “vatan” gibi ideolojik kelimelere sarılıyor.
Bu çift yönlü dil, oyunu sadece politik bir belge olmaktan çıkarıp, insani bir hikâye hâline getiriyor.
Türküler, marşlar, bildiriler ve radyo sesleriyle dönemin atmosferi ustaca canlandırılmış.
Murat: Direnişten Rehberliğe
Oyunun kalbi, hiç kuşkusuz Murat.
Gençliğinde inançlı, sorgulayan, adalet arayışında bir delikanlı olarak karşımıza çıkıyor. Gözaltı ve cezaevi yılları onun için bir dönüşüm noktası oluyor. O artık sadece bir “mağdur” değil, bilge bir rehber.
Yetişkinliğinde Metin ve oğlu Çıngı’ya yol gösteren, dengeli, sabırlı bir baba figürüne dönüşüyor.
Dünyayı anlamaya, inancını korumaya ve çevresine ışık olmaya çalışan bir karakter.
Ali Dayı ve Metin: Gelenekle Arayışın Çatışması
Ali Dayı, oyunun “eski kuşak” temsilcisi: korumacı, otoriter ama kalbinde sevgiyle dolu bir baba.
Ancak sevgisini çoğu zaman emirlerle ve baskıyla gösteriyor. Bu da onu gençlerle karşı karşıya getiriyor.
Metin ise hem Ali Dayı’nın oğlu hem de Murat’ın manevi öğrencisi.
Kendi inançlarını yaşamak isteyen, ailesinin beklentileriyle çatışan bir genç. Hassas, düşünceli ama zaman zaman kararsız. Yine de onun hikâyesi, yeni bir umudun filizlendiğini gösteriyor.
Sahnelerde Yaşamın İzleri
Oyun ilerledikçe her sahne bir yaşam kesiti gibi akıyor:
•Düğün sahnesinde İslam tarihinden ve direnişlerden söz edilmesi, “ümmet bilinci” vurgusunu güçlendiriyor.
•Demet’le mektuplaşmalar umut, aşk ve insanî sıcaklık taşıyor.
•Murat ve Çıngı sahneleri, bir baba ile çocuğun öğrenme ve paylaşma serüvenine dönüşüyor.
Bir Belgesel Drama Olarak Hafıza
Çıngı, tiyatro eseri olmakla birlikte, bir dönemin tanıklığıdır.
12 Eylül öncesi ideallerden, sonrasındaki yorgunluğa; gençliğin umutlarından, olgunluğun bilgece kabullenişine uzanan bir yolculuk anlatır.
Bu yönüyle oyun, hem politik bir panorama hem de kuşaklar arası bir yüzleşme öyküsüdür.
Bir yanda Serdar’ın umutsuz sesi: “Bu millete hiçbir şey anlatamayız.”
Diğer yanda Murat’ın inancı: “Yeryüzünün bütün renklerini Lâ ilâhe illallah bayrağı altında toplayalım.”
Ve işte bütün mesele bu iki cümle arasındaki o büyük soru:
İnancın değişmesi insanın yorgunluğundan mı umutlarından mı daha çok beslenir.
II- Kanatsız Kelebek: Gerçek ile Düş Arasında Bir Hayat
Bir genç adamın, hayalleriyle toplumun duvarları arasında sıkışan ruhu… “Kanatsız Kelebek – Gerçek Bir Düş Hayali” bir tiyatro oyunu olarak kalmayıp, aynı zamanda her bireyin içsel mahkemesine açılan bir kapı.
Hayal mi, Gerçek mi?
Oyun, anlatıcının “Bu hem gerçek hem hayaldir” sözleriyle açılıyor. Daha ilk dakikada seyirciye bir uyarı: Burada sahnede göreceğiniz şey yalnızca bir hikâye değil, aynı zamanda bir zihnin içinde olup bitenler.
Küçük Oğuz, kitap okumaktan bile men edilen bir çocuktur. Babasının otoritesi altında nefes almakta zorlanır. Yıllar geçtikçe “genç Oğuz”a dönüşür; artık üniversite yurdundadır ama özgürlüğe hâlâ uzaktır. Çünkü hayatını, kendi seçmediği bir yolda —hukuk fakültesinde— sürdürmektedir.
Oğuz’un iç dünyasında ise “küçük Oğuz” ve hayali dostu “Can” yaşamaya devam eder. Gerçek dünyanın baskısından ancak bu düşsel sığınağa kaçarak kurtulur.
Bir Devrim Arayışının İçinde
Üniversite sahnelerinde hayat, siyaset, mizah ve inanç tartışmaları eksik olmaz.
Oğuz’un arkadaşlarıyla diyalogları bir dönemin panoramasını verir:
Enes tasavvufa sığınır, Tahsin inancını sorgular, Bülent devrimden söz eder.
Ancak tüm bu fikirler, bir noktada karamsarlığa ve umutsuzluğa dönüşür.
Oğuz’un “devrim” arayışı, aslında içsel bir özgürleşme isteğidir; dışarıdaki düzeni değil, içindeki zincirleri kırmak ister.
Sevgiye Yazgılı Bir Sevgisizlik
“Cezan sevgisizlik olacak.” Kağan’ın rüya sahnesinde söylediği bu söz, Oğuz’un kaderine kazınır.
Can’a, Dilara’ya ve Ay Yüzlü Rahibe’ye yönelen sevgileri, hep bir eksiklikle, bir karşılıksızlıkla biter. Oğuz, sevgiye aç ama sevgiyi yaşayamayan bir karakterdir; tıpkı uçmak isteyen ama kanatsız doğan bir kelebek gibi.
İnanç, Şüphe ve Anlam Arayışı
Oyun, bireyin Tanrı’yla, toplumla ve kendisiyle olan ilişkisini sorgularken inanç temasına derin bir dokunuş yapar.
Oğuz bir yandan Tanrı’ya yakarır, bir yandan dinin çıkar ilişkilerine alet edilmesinden yakınır.
Tasavvufa yönelen Enes’in aksine Oğuz, huzuru değil, sorgulamayı seçer.
Keşiş sahnesinde Tanrı’ya seslenirken, içsel bir hesaplaşmanın ortasındadır:
“Ruhumu bağlayacak bir anlam arıyorum.”
Toplumun Mahkeme Salonu
Finalde her şey bir mahkeme salonuna taşınır. Ama bu mahkeme ne adliyededir, ne de dünyadadır; Oğuz’un vicdanında kurulur. Yargıç, savcı, tanıklar —hepsi toplumun farklı yüzleridir: gelenek, inanç, aile, arkadaşlık.
Oğuz’un hayatı, seçimleri ve düşleri birer “suç” gibi tartılır.
Avukat — Oğuz’un kendi iç sesi— savunma yapar: “Onun hayatı onurludur, pişman değildir.”
Yargıç sonunda Oğuz’u “bağışlar.” Ama bu bağışlama ironiktir.
Avukat’ın haykırışıyla oyun biter: “Onu bağışlamamalıydınız! Cezalandırmalıydınız!”
Çünkü asıl yargıç toplum değil, insanın kendi vicdanıdır.
Kanatsız Kelebeğin Yedi Hâli
Oyun boyunca Oğuz birçok kılığa bürünür:
Küçük Oğuz: Masumiyetin ve çocuk ruhunun simgesi.
Hayal Âlemindeki Oğuz: Can’la kurduğu düşsel dostlukta sığınak bulur.
Genç Oğuz: Babasının gölgesinde bir hukuk öğrencisi.
Âşık Oğuz: Her defasında karşılıksız kalan bir kalp.
Keşiş Oğuz: Ruhunu arayan mistik.
Yazar Oğuz: “Temel Atılım” dergisiyle fikir devrimi peşinde.
Sanık Oğuz: Vicdan kürsüsünde kendini yargılayan insan.
Bu farklı kimlikler birleştiğinde ortaya tek bir insan çıkar: Kanatsız Kelebek. Uçmak ister, ama kanatları yoktur. Hayal kurar, ama gerçek onu yere çeker.
Bir Kuşağın Aynası
“Kanatsız Kelebek – Gerçek Bir Düş Hayali”, bireyin toplumla hesaplaşmasının sahneye yansıyan bir alegorisidir.
Oğuz’un hikâyesi, 1980’lerden bugüne kadar süren bir ruh hâlini anlatır: Kendi doğrularını savunduğu için “suçlu” sayılan, ama yine de hayal kurmaktan vazgeçmeyen bir kuşağın hikâyesi.
Bu oyun, seyirciye tek bir soru bırakır: “Senin kanatların var mı?”
III- Paslı Bir Gerçek, Güzelim Hayali Mahvetti : “3. Oyun” Manzumesi Üzerine Bir Okuma Denemesi
Gerçekle Hayalin Kesiştiği Bir Oyunun İçinde
“3. Oyun” başlığı, ilk bakışta bir tiyatro çağrışımı yapıyor; ancak metnin kurgusu klasik sahne mantığından çok, zihnin üç perdelik bir iç yolculuğunu anımsatıyor.
Yazar ne tiyatro oyunu ne de şiir demek yerine bu metne “manzume” adını uygun görmüş. Biz yine de şiir diyelim.
Alt başlık, “Paslı Bir Gerçek Güzelim Hayali Mahvetti”, daha ilk anda şiirin kalp atışını duyurur gibi: Gerçek, hayali yaralayan bir pas gibi, zihinde tortu bırakıyor.
Bu ikilik—gerçek ile düş, bilinç ile bilinçaltı—metnin hem yapısını hem de ruhunu belirliyor.
Üç Zamanlı Bir Bilinç Akışı
Metin üç bölüme ayrılmış: Dün Gece, Bugün, Yarın.
Bu yapı, yalnızca kronolojik değil, aynı zamanda psikolojik bir ilerlemeyi temsil ediyor.
Dün Gece: Rüyamsı bir atmosferde başlar. Zaman “9’u beş geçiyordu” cümlesiyle çatallanır; rüya ile uyanıklık arasında gidip gelen bir bilinç akışı. “Sözde, Ötüken’den Ankara’ya uçuyorduk.” ifadesiyle hem mitolojik hem gerçek mekânlar iç içe geçer.
Bugün: Zaman ve mekân belirginleşir, ancak hâlâ huzursuz bir iç monolog sürer. Saat “yirmi sıfır üç”tür; kent, otobüs, cüzdan, kimlik gibi somut ayrıntılar, bireyin yabancılaşmış varlığını göz önüne serer.
Yarın: Artık dış dünyanın sesleri susar. Kısa, yoğun ve aforizmatik bir dille insanın evrendeki yerine dair felsefi sorular belirir: “Tanrı, Hz. İnsan, Kukla ve Böcek…”
Böylece metin, bireysel bilinçten evrensel farkındalığa doğru akan bir çizgi izler.
Zamanın Nabzını Tutan Saatler
“9’u beş geçiyordu”, “9’u altı geçe”, “9’u sekiz geçecekken”…
Bu tekrarlar, yalnızca saat değil, ritimdir. Yazar, zamanı bir ölçü birimi değil, bir nabız olarak kullanır.
Okuyucu, her tekrarında zihinsel bir çarpıntı hisseder—sanki zaman, insanın içinde çalışan görünmez bir motor gibidir.
Bu sayısal motif, metnin deneysel yapısını müzikal bir biçimde besler.
“Sen ve Senin Gibiler”: Birey ile Toplum Arasında Bir Çatlak
Metnin en çarpıcı tekrarı: “Sen ve senin gibiler.”
Bu ifade yalnızca bir hitap değildir; bir ayrışmanın, bir gözlemcinin haykırışıdır.
“Sen ve senin gibiler dudağınızın köşelerinden sızan pamuk şekeri artığını yalıyordunuz.”
Alaycı, hatta yer yer öfkeli bir tonla, yüzeyselliğe ve kitle davranışına yöneltilmiş bir eleştiridir bu.
Yazar, hem dahil olduğu hem de kendini dışına koyduğu bir “biz”den söz eder: “Ben hariç biz.”
Toplumsal aidiyetle bireysel yalnızlık arasındaki bu salınım, metnin ruhunu tanımlar.
Doğa, Hayvanlar ve Ruhun Yansımaları
Metin boyunca hayvan imgeleri belirir: geyikler, yılanlar, kargalar, ejderhalar ve nihayet kelebek…
Her biri farklı bir ruh hâlinin maskesi gibidir:
Geyik, korku ve güç; Yılan, içsel zehir; Kelebek, masumiyetin kırılganlığı vb.
Bu imgeler, hem doğayı hem insanın iç evrenini temsil eder.
Ceyhan Nehri, salkım söğüt, başak tarlası… Hepsi, kaybolan bir huzurun arka plan dekorudur.
Modern Kültürün Gölgesinde
Metin, mitolojik göndermelerin yanı sıra çağdaş ayrıntılarla örülüdür: Ara Güler, cüzdanlar, dolmuşlar, dijital saatler…
Bu öğeler, bireyin mitolojik kökeninden koparak şehir hayatının soğuk gerçekliğine savrulmasını gösterir.
Bir yanda Ötüken’in efsanevi toprağı, öte yanda Yenimahalle’nin sıradan apartmanları…
Yazarın evreninde bu ikisi aynı anda vardır ve birbirini mahvetmeye yeminlidir.
Absürd ve İronik Bir Dil
“Kasiyere bir kutu boşluk istiyorum.”
Bu cümle, metnin hem mizahını hem trajedisini özetler.
Yazar, varoluşsal boşluğu gündelik dile sızdırır; alışveriş metaforuyla anlamsızlığı görünür kılar.
Bu ironik dil, okuru güldürmez, düşündürür; çünkü absürtlük, modern bilincin en dürüst aynasıdır.
Yarın: Felsefi Bir Sessizlik
Son bölümde dil sadeleşir, sesler azalır.
Artık anlatıcı değil, insan konuşur: “Kanın yüzde altmışı su.”
Bu biyolojik gerçek, metafizik bir farkındalığa dönüşür: insan, evrenin hem suyu hem tortusudur.
“Kâlû belâ” ifadesiyle yazgıya, “tek kol sağdan hizaya gel” buyruğuyla düzene gönderme yapılır.
Rüya biter, ama soru kalır:
Gerçek mi hayali paslandırdı, yoksa biz mi hayalin üzerine pas sürdük?
Bir Manzume Değil, Bir Bilinç Deneyi
“3. Oyun” özgün bir şiirsel metin (manzume) olarak; modern Türk şiirinin bilinç, zaman ve kimlik üzerine yaptığı deneylerden biridir.
Manzum olmasına rağmen serbest, düzensiz gibi görünmesine rağmen ritmik, rüya gibi olmasına rağmen keskin bir gerçeklik taşır.
Bu yönüyle hem modernist şiirin mirasını hem de postmodern anlatının çok katmanlı yapısını taşır.
Gerçekle hayalin birbirine karıştığı bu metinde, okuyucu artık sahnenin seyircisi değil, oyuncusudur.
SONUÇ: Bir Kuşağın Hafızası, Bir Ruhun Dönüşümü
           
Alpaslan ARİTE’nin Kanatsız Kelebeğin Çıngısı üçlemesi, yazarın estetik arayışını ile bir kuşağın içsel yolculuğunu bir arada sahneye taşır. Çıngı‘da toplumsal ideallerin ve politik çatışmaların arasında sıkışmış gençliğin sesi duyulur; Kanatsız Kelebek‘te bireysel kimlik arayışı, inanç, sevgi ve vicdan ekseninde bir iç hesaplaşmaya dönüşür; 3. Oyun‘da ise tüm bu deneyimler soyutlanarak insan bilincinin zamansız bir panoramasına evrilir. Üç eser bir araya geldiğinde, toplumsal hafızadan bireysel bilince, oradan evrensel sorgulamaya uzanan dairesel bir akış ortaya çıkar.
ARİTE’nin dili, hem yaşayan halkın hem de Türkiye’nin son yüzyılında üretilen düşünsel derinliğin sesini taşır. Bu yönüyle metinler, bir dönemsel politik tiyatrodan çıkıp milli estetiğinin tartışmasına uzanan özgün bir yaratım zinciri oluşturur. Hülâsâ, Kanatsız Kelebeğin Çıngısı, 20. Yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’de oluşan milli vicdanın kütük kaydı, bir ruhun değişim günlüğü ve Türk edebiyatında sahne ile manzume arasında kurulmuş nevi şahsına münhasır köprülerden biri olarak değerlendirilebilir.
Hazırlayan: Burkay Coşkun


