Mesnevi

Mesnevi – Mevlana Celaleddin-i Rumi

Tür:Din – Tasavvuf
Yazar:Mevlana Celaleddin-i Rumi
Yayınlanma Tarihi:1259–1268
Yayınevi:Doğan Kitap
Konusu

Dîvân-ı Kebîr ile birlikte 656’dan önce yazılmasına başlanan eser, Mevlânâ külliyatının çoğunluğunu oluşturmaktadır. Mevlânâ’nın “Birlik Dükkânı” dediği Mesnevî, Hint, İran, Yunan ve Roma mitolojisini; Yaratılış Destanı, aziz masalları, âşık masalları, halk masalları; “Yeryüzündeki Cennet’te birbirini takip eden hikâyelerde insan özgürlüğünün anahtarlarını vermeyi amaçlayan bir eserdir.

25.632 beyitten oluşan Mesnevî’ye “Mağz-ı Kur’an” yani “Kur’an’ın özü” denir. Çünkü Mevlânâ, Kuran’la ilgili anlatmak istediği hikâyelerdir; benzetmeler ve deyimlerle anlatılır. Mesnevî’deki hikâyelerin hiçbiri birbirini tamamlamaz, bir hikâye anlatılırken başka bir hikâye başlatılır, o hikâye başka bir hikâyeyi başlatır.

Eser Mevlana’nın kendisi tarafından kaleme alınmamıştır. Öğrencisi Hüsamettin Çelebi tarafından Mevlana’nın çeşitli zamanlarda okuduğu beyitleri yazarak bestelemiştir.

Mesnevi Özeti

Bilindiği gibi Mevlana’nın en büyük eseri Mesnevi’sidir. Eser aruz fâ’ilâtun fâ’ilâtun fâ’ilun şeklinde yazılmış olup 6 cilt ve 25618 beyitten oluşmaktadır.

Bazı hayali veya gerçekçi hikâyelerle var olan birlik anlayışı; Hayvanlar kadar insanlar arasında da geçmiş vakalarla açıklamaya çalışan bir eserdir.

Mevlânâ’da gerçek Müslüman, en yüksek derecede birlik ile ifade edilir. Ve bu, İslam’ın şekli değil, anlamın Müslüman’ıdır.

Mesnevi’ye göre insan tanrının en büyük eseri ve parçasıdır. İlk insan olan Hz. Âdem babamız cennete yaşıyordu. Karısı Havva ile orada mutluydu. Sonra şeytan Hz. Âdem’i kandırıp tanrıya karşı asi durumuna getirdi. Âdem tanrının sözünü dinlemeyip yasak olan meyveden yiyince cennetten atıldı. Ve böylelikle kötü bir yer olan dünyada yaşamaya başladı.

Ancak tanrı Âdem’e eğer tövbe edip hattasın anlarsa onu tekrardan cennete sokacağını vadetti. Âdem’in duası kabul oldu. Tövbe edip ölünce de cennete gitti.

Bu dünya belaların, acıların ve günahların yeridir. Fakat eğer biz kötüyü terk edip iyiye yönelirsek bedenimiz mezara girse bile ruhumuz cennete gider. Aslında dünya hayatını nefsimiz ister. Ruhumuz ise tanrıdan olduğu için tekrardan tanrıya kavuşmayı ister. Bu nedenle insan gerekli ibadetleri yaparak kendini kötülükten alıkoyarsa tanrının sevgisi kazanır. Artık bu dünyayım nimetlerine aldanmayıp sadece tanrı ile buluşmak ister. O tanrının yanına ulaştığında artık hiçbir şeyden korkmasına gerek kalmaz. Çünkü tanrının gücü ve merhameti altında olur. Cennete ebediyen yaşar.

Mevlana der ki; Sen tanrıyı seversen, tanrıda seni sever. Nasıl ki tek elden bir ses çıkmazsa, iki eldense bir ses çıkar. Dolayısı ile kalp kalbe karşıdır. Bu nedenle sen tanrıyı seversen tanrıda seni sever.

İnsanların dünyası bir tarlaya benzer. Tanrının dünyası ise gökyüzüdür. O insanlara merhamet ettiği için gökyüzünden güneşi çıkarır ve ekinleri yetiştirmek için, insanlara yardım için yağmur yağdırır. Onun insanlardan istediği ise kendisini tanımaları ve ibadetlerini aksatmamalarıdır.

Tanrı ne kadar günah işlersek işleyelim ve günahımız ne kadar büyük olursa olsun onun merhameti en büyüğüdür. Ve er geç o kullarını karanlık dünya batağından aydınlığa doğru çıkarır.

Mevlana’nın Mesnevi’sinin içinde toplumsal, felsefi, ahlakı, dini, aşk ile ilgili binlerce ibret verici hikâyeleri bulunur.

Tüccar ile Papağanı

Bir tüccarın, kafese kapattığı çok güzel bir papağanı vardı. Bir gün Hindistan’a gitmesi icap etti. Herkesten ne istediğini sordu.

Sıra papağana gelince, dedi ki: “Oradaki papağanlara söyle, siz serbestçe gezip dolaşırken, benim kafeslerde kapalı olmam, doğru mu­dur? Bir sabah vakti beni de hatırlayın da, birazcık mutlu olayım…”

Tüccar, Hindistan’a vardı. Gördüğü papağanlara kendisini tanıtarak, papağanının söylediklerini nakletti. Ancak, sözü biter bitmez, papağanlardan biri anında düşüp öldü.

Tüccar, memleketine döndü. Olanları kendi papağanına da anlattı. Papağan da kafesin içinde önce titredi, sonra hareketsiz kalıp öldü. Tüccar çok üzüldü. Kafesi açıp, ölü papağanı alıp pen­cerenin kenarına bıraktı. Bırakır bırakmaz, papağan canlanıp uçtu.

Tüccara da dedi ki: “O Hindistan’daki papağan, selamımı alınca, ölmüş gibi yaptı. Yani bana dedi ki, ‘Kafesten kurtulmak istiyorsan, öl’ Ben de onun dediğini yaparak kurtuldum.”

Hayvanların Dilini Anlayan Adam

Adamın biri Hz. Musa’ya gelip, “Hayvanların dilinden anla­mak istiyorum” diye istekte bulunur. Hz. Musa ne kadar “hayır, olmaz” dese de talebinden vazgeçmez. “Hiç olmazsa, evdeki horoz ve köpeğin dilinden anlayayım” diye âdeta yalvarır. Hz. Musa “peki” der. Adam memnundur.

Ertesi gün, yere düşen bir ekmek parçası için horoz ve köpek kapışırlar. Horoz der ki, “Merak etme, yarın efendimizin eşeği ölecek, et yersin.” Bunu duyan adam, hemen eşeği götürüp satar. Köpek, horoza “Et yiyecektim ama eşek gitti, şimdi ne olacak?” diye sitem eder. Horoz da: “Yarın at ölecek, onun etini daha çok yersin” der. Adam bunu duyunca, atı da götürüp pazarda satar. Keyfine diye­cek yoktur. Bu arada, köpek horoza iyice kızmıştır. Yalancılıkla dahi suçlar. Horoz, “Kızma, yarın efendimizin kölesi ölecek, bol bol helva ve yemek yiyeceksin” der. Adam, bunu da duyar, zevkten dört köşe, köleyi de götürüp pazarda satar.

Köpek, artık hiddetten köpürmektedir. Horoza, “Senin yalan­larından bıktım, usandım” der. Horoz ise: “Hayır, hiç yalan söyleme­dim. Bu eve bir ölüm gelecekti. Eşek burada ölseydi, iş noktalanacaktı. Ancak efendimiz eşeği sattı. Sıra ata geldi, onu da sattı. Sıra köleye geldi, onu da sattı. Ne yazık ki, artık sıra efendimize gelmiştir. O ölünce, he­pimizin karnı doyacak” dedi.

Bunu duyan adam ağladı, sızladı, dövündü, başını taşlara vurdu ama ne çare? İş işten geçmişti.

Çok eski zamanlarda bir padişah vardı. En son aldığı cariyeye âşık olmuştu. Ancak, gel gelelim cariye hastalanmasın mı? Bütün hekimler seferber olup, “Kolay, hallederiz” dediler. Hiçbiri “Allah isterse” demediği için, cariye bir türlü iyileşmedi. Bilakis günden güne, hastalığı daha da arttı.

Padişah hekimlerin başarısızlıklarını görünce, ağlayarak Al­lah’a yalvarmaya başladı: “Yarabbi, sen varken tuttuk bir ölümlü cariyeye gönül verdik. Hastalandı, medeti senden değil, hekimlerden bekledik, bağışla beni…”

Bu yalvarma, Allah’a hoş geldi. Gece padişah uyurken, rüyasında aksakallı bir ihtiyar göründü ve “Yarın yanına bir garip kişi gelecek. Bu ki o bizdendir. Hastanı iyileştirecek.” dedi.

Ertesi gün, beklenen kişi gelince, padişah herkesten Önce ko­şup, kapıyı açtı. İzzet, ikramda bulundu. Sonra, kişi hastayı muayene etti. Anladı kî, kızın derdi, gönül derdidir. Bulmak için, kızın nabzım tutup, hayat hikâyesini anlattırmaya başladı. Niyeti, hangi isim geçtiğinde, kızın nabzının atışı artıyorsa, böylelikle sevdiği kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Ta ki, kişiyi Öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Ta ki, Semerkant’a gelinceye kadar. Sonunda, kızın Semerkant’lı bir kuyumcuya âşık olduğunu öğrendi. Kızı muayene eden hekim, kızı bu üzüntüden kurtarmak için, kuyumcuyu bulmaya karar verdi. Yalnız, kızdan bundan sonra neşelenip gülmesini, padişaha da bir şey söyleme­mesini tembih etti. Sonra da padişahın huzuruna çıkıp, “Kızın iyileşmesi İçin, bu kuyumcunun bulunması gerekir’ dedi.

Padişah, kuyumcuyu buldurtup, sarayına getirtti. Onu Kuyumcu başı yaptı. Cariyeyi de kuyumcuya verdi. Aradan altı ay geçmeden, cariye sapasağlam oldu. Bu sefer, bizim hekim bir şurup yapıp kuyumcuya içirdi. Çok geçmeden kuyumcu eriyip solmaya başladı. Bu çirkin halini gören kız ondan soğudu. Bir müddet sonra da kuyumcu öldü. Ölmeden önce de şunları söyle­di: “Bu dünya bir dağa benzer. Yaptıklarımız dağa seslenmek gibidir. Sesimiz, güzel de olsa çirkin de olsa, dağa çarpıp geri dönerek, gelir bizi bulur.”

Namazda Konuşan Hintliler

Dört Hintli birlikte namaza durmuşlardı. Biri, namazda iken, müezzine sordu: “Ezan okundu mu?” Yanında ki atıldı: “Ezan okunmasa idi, şimdi namazda olur muyduk?” Üçüncüsü, “konuştuğu­nuz İçin namazınız bozuldu, susun” dedi. Dördüncüsü de: “Şükürler olsun ki, ben boşu boşuna konuşup da namazımı bozmadım” dedi. An­cak şurası kesin ki, dördünün de namazı bozulmuştu.

Ne mutlu o kişiye ki, kendi ayıbını görür; kim birinin ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulur.

Sende o ayıp yoksa da, yine emin olma; çünkü o ayıbı bir gün sen de yapabilirsin; o ayıp seni de bulur.

Aslan’ın Payı

Aslan, kurt ve tilki ormanda avlanıyorlardı. Akşama kadar bir öküz, bir keçi, bir de tavşan avladılar. Sıra bölüşmeye gelmişti. Aslan, Kurt’a pay etmesini söyledi. Kurt, öküzü aslana, keçiyi kendisine, tavşanı da tilkiye verdi. Aslan buna sinirlenerek, bir pençede kurdu yere serdi. Sonra da, tilkiye aynı işlemi yapmasını söyledi. Tilki, “Ey büyük sultan, pay etmek ne haddime. Şu küçük tavşan sabah kahvaltınız, keçi öğlen yemeğiniz, Öküz de akşam yemeğiniz olmalıdır” deyince, aslanın ağzı kulaklarına vararak tilkiye sordu: “Bu kadar adaletli paylaşımı nereden öğrendiniz?” Tilki: “Şu haddini bilmez kurdun halinden” diyerek cevap verdi. Ve akıllı o kişidir ki, dostlarının başına gelenlerden ders alır.

Padişahın Yeni Köleleri

Padişah’ın biri iki tane köle satın aldı. Huzuruna teker teker çağırdı, konuştu. Biri, diğerinin hakkında çok güzel şeyler söyle­mişken, diğeri onun hakkında olmadık ağır sözler sarf etti. Padi­şahta diğerini huzurundan kovdu, Öbürünün de hayatını bağışla­dı.

İnsanoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil can kapısına perde­dir. Güzel ve iyi görünüş, güzel bir huyla birleşmezse beş para dahi etmez.

İbrahim Edhem

İbrahim Edhem, adaletli ve şanlı bir padişahtı. Bir gün tıkırtı­lar duydu. Sesin geldiği yere varınca, o zamana kadar hiç tanıma­dığı bir bölük halk gördü. “Ne arıyorsunuz, bu damın başında?” diye sordu. “Develerimizi” dediler. “Bu damın başında deve ne gezer?” diye sorunca da “Peki, sen tahtın üzerinde Allah’ı arayıp bulmayı ümit ediyorsun da, biz damda deve arayınca mı olmuyor” diye cevap verdi­ler.

“Eyvah ki, eyvah” deyip, tahtı da, tacı da terk etti. O günden beri bütün insanlık, onun adını söyler oldu.

Hırsız

Bir gün hırsızın biri, bir bahçeye girip, meyve ağacının üstü­ne çıktı. Bir yandan yiyor, bir yandan da yerlere döküyordu. Bahçe sahibi bu durumu görünce: “Behey Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz, bu ne densizliktir” diye seslendi. Hırsız, büyük bir pişkin­likle: “Ne bağırıyorsun, bahçe Allah’ın, meyve Allah’ın, sana ne olu­yor?” dedi. Mal sahibi, “öyle mi?” diye kafasını salladı. Sonra da adamlarına, hırsızı falakaya yatırmalarını söyledi. Hırsız sopayı yedikçe: “Yapmayın, etmeyin. Allah’tan korkun” diye yalvarmaya başlayınca, bahçe sahibi: “Ne bağırıp duruyorsun? Sopa Allah’ın sopası, vuran da Allah’ın kulu…”

Fil Yavruları

Akıllı bir adam, uzak yoldan gelen fakir üç kişinin hallerini görünce, onlara Öğüt verdi: “Biliyorum fakir ve açsınız. Buradan köyünüze giderken ne kadar aç olursanız olun, sakın ha önünüze çıkan, fil yavrusunu yemeyiniz” diye öğüt verdi. Nitekim bizimkiler yolla­rında giderlerken fil yavrusunu gördüler. Söylenenleri unutup, fil yavrusunu yakalayıp, pişirip yediler. Sadece içlerinden bir tanesi, arkadaşlarını engelleyemese de, öğüde uydu yemedi. Gece olunca uyudular.

Gece olunca kızgın fil arayıp onları buldu. Hepsinin tek tek ağızlarını kokladı. Sadece yemeyene dokunmadı. Diğerlerini ise parçalayarak öldürdü.

Serçe’nin Avcı’ya Verdiği Öğüt

Bir gün, avcının biri, bir serçeyi yakalar. Serçe ona der ki: “Benim bir lokma etimden ne olacak ki? Sen beni serbest bırak, ben de sana hayatta her zaman gerekli olacak, üç tane öğüt vereyim.” Avcının aklı yatar ve kuşu serbest bırakır. Kuş uçup yüksekçe bir dala konduktan sonra başlar: “Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma,” bu birinci öğüdüdür.

İkinci Öğüt: “Geçmiş gitmiş şeyler için üzülme; bir şey senden git­tikten sonra, onun özlemini çekme,” dedikten sonra, “Benim karnımda on dirhem inci vardı, beni bırakınca, inciden oldun” diye devam etti. Bunu duyan avcı başladı, “ah aptal kafam” diyerek dövünmeye. Kuş bunun üzerine, “Hani geçmiş gitmiş şeyler için üzülmeyecek­tin…” der.

Avcı “haklısın” deyip, üçüncü Öğüdü de vermesini ister. La­kin kuş, “Diğer öğütlerimi tuttun mu ki, üçüncüsünü de tutasın” diyerek uçup gider.

Uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere to­hum saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı, yama kabul etmez.

Mesnevi’den İlk 18 beyit

  • Şu ney’in nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun inleyişi ayrılık hikâyesidir.
  • Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın herkes etkilenmekte ve inlemektedir.
  • Kavuşma derdini açıklayabilmek için ayrılık açılarıyla par­ça parça olmuş bir kalp isterim.
  • Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar.
  • Ben her yerde, her mecliste inledim durdum. Kötülerle de iyilerle de düşüp kalktım.
  • Herkes kendi anlayışına göre benim dostum oldu. İçimdeki sırları araştırmadı.
  • Benim sırrım feryadımdan uzak değildir. Lakin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kabiliyet yoktur.
  • Beden ruhtan, ruh bedenden gizli değildir. Lakin herkesin ruhu görmesine izin yoktur.
  • Şu ney’in sesi ateştir, hava değildir. Her kimde bu ateş yoksa o kimse yok olsun.
  • Neydeki ateş ile ilahî şaraptaki kabarış, hep aşk eseridir.
  • Neu. uârinden aurılmıs olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri bizim nurani ve zulmani perdelerimizi, yani ka­vuşmaya engel olan perdelerimizi yırtmıştır.
  • Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem hoş sesli, hem çekici bir şeyi kim görmüştür?
  • Ney kanlı bir yoldan bahseder, Mecnunane aşkları hikâ­ye eder.
  • Dile kulaktan başka müşteri olmadığı gibi, maneviyatı id­rak etmeye de Allah yolunda kendinden geçenden baş­ka alıcı yoktur.
  • Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrumiyetten ve ayrılıktan hâsıl olan ateşlerle arkadaş oldu. Yani ateşlerle yanmalarla geçti.
  • Günler geçip gittiyse varsın, geçsin. Ey pak ve mübarek olan insan-ı kâmil; hemen sen var ol!
  • Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasipsiz olanın da rızkı gecikti.
  • Ham ruhlular, pişkin ve olgun insanların hâlinden anla­mazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselam.

Mesnevi – Kitap Açıklaması

Mevlânâ’dan kendini tanıma ve hayatı anlama kılavuzu. 800 yaşında bir kültür hazinesi. Bu değerli eseri Mevlânâ’nın torunu Veled Çelebi İzbudak orijinal elyazmalarından çevirdi, büyük usta Abdülbaki Gölpınarlı yayıma hazırladı. İlk baskısı Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı himayesinde yaptırılmış ve bugüne kadar sayısız basımı gerçekleştirilmiştir.

Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait,

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

(Tanıtım Bülteninden)

Gönderen: Mahmut Bıçak

Like
Love
Care
Haha
Wow
Sad
Angry
Misafir Yazıları
Misafir Yazıları
Bir kitabın ne kadar okuyucusu varsa o kadar değişik çeşidi var demektir.

BENZER KONULAR

YORUMLAR

Abone ol
Bildir
guest
0 Yorum
En eski
En yeni En çok oy alan
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüleyin

Sosyal Medya

778BeğenenlerBeğen
4,885TakipçilerTakip Et
21TakipçilerTakip Et
22TakipçilerTakip Et
60AboneAbone Ol

Günün Kitabı

Editör Seçimleri

Popüler Konular

Son Konular